8 Aralık 2016 Perşembe

AŞK VE TUTKU
"Aşk Lotus çiçeği, Şehvet ise o çiçeğin içinden yükseldiği çamurdur"
Hepimizin çok yakından tanıdığı, yaşadığı ya da yaşadığını sandığı, bazılarının acısına maruz kaldığı ve bazılarının ise gözlerinden yıldızlar gibi ışık saçtırdığı şey "Aşk".
Birçok tanımı olmasına karşın ben önce dünyanın en saf ve en temiz duygularına sahip çocuklarımızın algısında ki Aşk tanımları ile başlamak istiyorum. Bakın çocuklar Aşk'ı nasıl tanımlamışlar;
- "Aşk birlikte yemeğe gittiğimiz zaman sevgilimizin kendi kızarmış patateslerini bizim tabağımıza koyması ve bizim tabağımızdan hiçbir şey almamasıdır"
- "Aşk kocamız çok terliyken ve kötü kokuyorken bile ona "Sen Bruce Willis'ten daha yakışıklısın" demektir."
-"Aşk bir kızın parfüm sıkması, erkeğin traş kolonyası sürmesi ve birbirlerini koklamaya başlamasıdır.”
Bu çocuksu bakışlar dışında aşk'a filozofların yüklediği anlamlara bakalım birde;
Sokrates "Aşkın gizemlerini yaşayan birisi,bir yansıma ile değil,gerçeğin ta kendisi ile temasta olacaktır. Aşkı bilen gerçeğide bilir. Çünkü Aşk ve gerçek tek bir deneyimin iki adıdır" der. Tabi burada bahsedilen gerçek aşktır.
Platon " Aşk,ciddi bir akıl hastalığıdır" derken,
Charles Bukowıski " Aşk,gerçekliğin ilk ışıklarında yok olacak bir sistir" der.
Sigmund Freud ise, biyolojik olarak bakıldığında hormonlar açısından Aşk'ın Cinsellikten başka bir kaynağı olmadığını söyler.
Aslında Aşk tanımını en iyi yapacak kişiler,bir fıkrada Nasrettin Hoca'nın damdan düştüğünde başına toplananlara söylediği "..bana damdan düşen birini getirin" sözündeki gibi gerçek Aşkı yaşayan kişilerdir.
Günümüzde yaşanan ve bilinen Aşklar hormonlarımızdan kaynaklanan biyolojik bir dürtüden ibarettir. Böyle olunca da kolaylıkla değişebilen duygular içeriyor. Yani en küçük bir hormonal değişimde o güne kadar çok değer verip yücelttiğimiz o büyük Aşk birden bire yok olabiliyor.
Yazımın başında da "aşk yaşadığını sanan" diye bir ifade kullanmıştım. Burada kastettiğim kişiler bedensel tutkularına aşk diyenlerdir.
Aşk ve gerçek aşkı birbirinden ayırmak gerekli. Bu ayrımı daha iyi anlayabilmek için birkaç karşılaştırma yapmak yararlı olacaktır;
-Bilinen Aşk maskeli dolaşmak gibidir ve taraflar bu maskenin arkasında gizlidir. Gerçek aşk maske içermez doğal ve çıplaktır.
-Aşkta karşılıklı istekler bulunur ancak gerçek aşkta istekler yerine paylaşım yaşanır.
-Aşkta kişiler "çifte kumru" modunda sürekli içiçe geçmiş durumda ve birbirlerini nefessiz bırakırlar,gerçek aşkta böylesi içine geçmişlik yerine karşılıklı özgürlükler tanınır ve yaşam alanı açılır. Böylece Aşk ruhsal olarak beslenir ve güçlenir.
-Sıradan aşk egoyu beslerken,tarafları birşeyleri yapmak zorunda bırakır. Kişiler bunu görev olarak görürler. Gerçek aşk ise koşulsuz ve karşılıksız paylaşım getirir.
-Sıradan aşk biyolojiktir ve bedenden doğar,gerçek aşk ise öz bilinç ve benlikten doğar.
-Sıradan aşk sevgiliye bağlılık gerektirirken,gerçek aşkta bağlılık yerine özgürlük vardır.
-Sıradan aşk sürekli karşılıklı ilgi göstermeyi neredeyse zorunlu kılarken, gerçek aşkta dozunda ve yeterince ilgi esastır
OSHO " Gerçek aşkın hizmetkarı ol,ancak asla bir sevgiliye uşaklık etme. Aşk ruhun gıdasıdır. Vücut için besin neyse ruh içinde aşk odur. Aşksız ruh zayıf düşer.
Ve hiçbir devlet,din ve kurum insanların güçlü ruhlara sahip olmasını istemez, çünkü aşk dolu ruhsal enerjiye sahip bir insan mutlaka isyankar olur. Aşk İnsanı isyankar ve devrimci yapar" diyor bir kitabında.
Gerçek aşkın odağında sonsuz bir sessizlik,huzur ve dinginlik vardır. Aynı zamanda sınırsız heyecan ve yoğun duyguları içerir.
Kişi kendi ruhunu ortaya çıkarmadan ve egosundan sıyrılmadan gerçek aşka ulaşamaz. Bu süreçte yaşadığını sandığı aşk tamamen bir yanılsamadır.
Kendinden kaçan,kendini bilmeyen,öze dönememiş ve kendisiyle barışık olmayan bir İnsanın bir başkasını sevip aşık olmasını beklemek tam bir hayaldir.
Gerçek aşkı  bulmanız ve yaşamanız dileğimle Aşk dolu günler dilerim.








6 Aralık 2016 Salı


ÖMER HAYYAM
İranlı, Şair-Filozof-Matematikçi-Astronom . İran'ın Horasan eyaletinin Nişabur kentinde doğmuştur. (18 Mayıs 1048-4 Aralık 1131)
Ülkemizde Taksim Tarlabaşı'nda bir mahalleye ismini vermiş, iğneleyici dörtlükleri ile sadece şair olarak bilinen, bir dörtlüğünün paylaşımından dolayı ünlü sanatçı Fazıl Say'ın yargılanmasına yol açan, Ömer isminden dolayı aslında Arap olarak tanınması gerektiği halde bazı çevrelerce Türk diye bilinen, Hasan Sabbah'ın medreseden arkadaşı olan,Horasanlı büyük bir kişilik.
Yaşadığı dönemde ki asıl adı oldukça uzun. Gıyaseddin Eb'ul Feth Ömer İbni İbrahim el Hayyam'dır. Çadırcı anlamına gelen "Hayyam" takma adını ise babasının çadırcılık yapmasından almıştır
Şimdi Ömer Hayyam'ın bilinen Şair kimliğinin dışında ki diğer pek bilinmeyen özelliklerine değinelim birazda.
Hayyam, bugün matematikte üçüncü dereceden bilinmeyenli denklemlerde ki bilinmeyen "X"  simgesini  ilk kullanan çok iyi bir matematikçidir.
Hayyam, aynı zamanda matematikte "Binom Açılımını" (İki sayının toplamının üslü ifadesinin açılımı) ilk kullanan Bilim insanıdır.
Hayyam, okullarda "Pascal Üçgeni" olarak öğretilen matematik kavramını oluşturan kişidir.
Hayyam, iğneleyici Rubaileri (Dörtlükler) ile ünlüdür. Rubailerinde dünyayı,İnsanı, varoluşu kendi aklıyla yeniden tanımlamış ve bu nedenle kendi çağının ötesinde evrenselliğe ulaşmış bir şairdir. 158 Rubaisi olduğu bilinir.
Hayyam,aynı zamanda Astronom'dur demiştim. Nitekim kendisinin yaptığı Takvim incelemeleri sonucu Doğum tarihini doğru olarak bulmuş döneminin şanslılarındandır.
Hayyam, günümüzde kullanılan Miladi ve Hicri takvimlerden çok daha hassas olan Celali Takvimi'ni hazırlayan bir astronomdur.
Hayyam için tarihte ilk bilinen savaş karşıtı eylemcisi yakıştırması da yapılmaktadır.
Hayyam, döneminin özgür felsefe ortamında Felsefe ile ilgilenmiş bir filozoftur.
Hayyam' a göre gerçek olan yaşanandır. Dünyanın ötesinde bir dünya yoktur; insan yaşadığı sürece gerçektir; en şaşmaz ölçü, iman değil, akıl ve sağduyudur.
Hayyam şiirlerinde döneminin haksızlıkları ve anlamsızlıklarını iğneleyici ve alaycı bir dille eleştirmiştir.
Günümüzde de çok fazla anlam ifade eden Hayyam'ın şiirleri, hayatlarımıza müdahale etmek isteyenlere,çok net cevaplar veren, bilgeliğiyle gerçeklik, ölümlülük ve kader gibi konulara ışık tutan bir öze sahiptir.
Aşk, sevinç ve hayatın tadını çıkarmak ona göre vazgeçilmez şeylerdir.
Ömer Hayyam'lı ve bol şiirli günler dilerim.



TEMSİLİ DEMOKRASİ ve MİLLETVEKİLİ PROFİLİ
Milletin vekillerinin Milleti yani halkı ne kadar temsil ettikleri ya da edebildikleri konusu halkın üzerinde pek fazla durmadığı bir konudur. Çünkü milletvekillerinin temsil yeteneğini sorgulamak ve bu konuda baskı unsuru olabilmek gelinen noktada cesaret gerektiren bir durum oldu.
Halk kendisinin "Asil" milletvekillerinin ise "Vekil" oldukları gerçeğini unutup, vekilleri asilmiş gibi içselleştirdi. Bu durum ise vekilleri halkın gözünde ayrıcalıklı ve her şeyi yapmaya muktedir bir güç haline dönüştürdü.
Sorunun çözümünü Demokrasi'de aramak gerekli. Ancak bunu anlamak için öncelikle Demokrasi denen kavrama kısaca bakmak gerekli.
Genel anlamda üç tür demokrasiden söz edebiliriz. Bunlar Doğrudan Demokrasi, Yarı Doğrudan Demokrasi ve Temsili Demokrasidir.
Kanunların bizzat halk tarafından yapılması ve kamu gücüne ait kararların bizzat halk tarafından alınması Doğrudan demokrasiyi,
Halkın temsilcilerinin yanı sıra, bazı konularda Referandum,Halk vetosu ve Halkın teklifi yöntemleri ile halkoyuna başvurulması Yarı doğrudan demokrasi,
İktidarın ve halk egemenliğinin temsilciler aracılığıyla kullanılması ise Temsili Demokrasiyi anlatır.
İşte ülkemizde de uygulanan Demokrasi modeli Temsili Demokrasi modelidir.
Gerçek demokrasilerde egemenliğin meşru kaynağı halktır. Halkın iradesinin sandığa doğrudan yansıması ve egemenliğinin halk lehine ve halk için kullanılmasının en geçerli yolu seçilecek temsilcilerinin halkın içinden seçilmiş ve halkın sorunlarına gerçekçi çözümler üretecek kişiler olmasından geçer.
Halk iradesinin kamu gücüne yansımasının yegane yolu yapılan seçimlerde verilen oylardır. İşte tam da burada çok fazla önem arz eden bir noktaya geldik.
Halkın iradesini yansıtacak ve temsil edecek bu milletvekilleri kimler olacak ve hangi yöntemle belirlenecek? Burada devreye siyasi partiler giriyor.
Halkın bir bölümü siyasi partilerde örgütlenerek yönetimde aktif rol oynuyorlar.
Her seçim döneminde siyasi partiler seçim yasasının ve kendi tüzüklerinin öngördüğü yöntemlerle milletvekili adaylarını belirleyip halkın tercihleriymiş gibi seçime giriyorlar.
Siyasi partilerin milletvekili adaylarını belirlerken genellikle öngördükleri üç yöntem bulunmaktadır. Bunlar Merkez yoklama,Aday yoklama ve Önseçim yöntemidir. Bunların içerisinde en demokratik olan yöntem Ön Seçim yöntemidir.
Siyasi partilerin milletvekili adaylarını belirlerken seçtikleri yöntem bize parti içi demokrasinin işleyişini ve milletvekili temsil yetkinliğini gösterir.
Ülkemizde ağırlıklı olarak kullanılan yöntem, demokratik olmayan Merkez Yoklama yöntemidir. Bu yöntem halkın iradesini temsil etmez ve parti liderlerini güçlendirmeye hizmet eder.
Nitekim seçilen ve milletin vekilleri olduklarını bildiğimiz milletvekillerinin profiline şöyle bir baktığımızda karşımıza halktan kopuk ve halkın yaşam taleplerinden habersiz kişiler olduğu gerçeği çıkar.
Genellikle seçilen milletvekilleri profili şöyledir;
Çoğunluğu oluşturan yoksul halkın içinden seçilmezler,
Genellikle sermaye sahipleridir,
İş adamı ya da mesleki kariyer edinmiş kişilerden oluşur,
Parti başkanı ya da kurmaylarının tanıdığı ve seçtiği kişilerdir,
Partiye yüklü miktarda maddi bağış yapabilen kişilerdir,
Parti siyasi görüşüne takılmayıp, milletvekili seçilme şansı yüksek olan partileri tercih eden kişilerden oluşur,
Aşiret liderleri ve geniş  oy potansiyeline sahip olan kişilerden oluşur.
Örneğin Kasım 2015 seçim sonuçlarına göre seçilen milletvekillerinin üçte ikisini, Avukat,mühendis,doktor,iş adamı,akademisyen ve iktisatçı gibi meslek grupları oluşturmaktadır. Dikkat ettiniz mi hiç İşçi,esnaf,memur ya da işsiz biri yani halkı ve sorunlarını en iyi dile getirecek kişiler var mı içlerinde? Maalesef yok.
Peki o halde bu uygulama Demokrasi uygulaması mı ?
Bunun adı olsa olsa McDonalds demokrasisi olur.

4 Aralık 2016 Pazar

KENDİNİ SEVMEK
Gautama Buda (MÖ 563-483), "Kendini Sev" demiş bundan iki bin beşyüz yıl önce.
Yaşadığı dönemde Buda'da oluşan bu anlayış mutlaka köklü insani ve duygusal durumlara bağlı oluştu ki bugünlere kadar gelebildi.
Günümüzde kendini sevmek egoistlik ya da bencillik olarak değerlendirilmekte ve toplum tarafından hoş karşılanmamakta. Acaba gerçekten bencillik midir kendini sevmek, yoksa bize dayatılan kurallar ışığında özellikle engellenmeye çalışılan bir duygu mu?
Aslında hemen her insan, içinde kendine karşı beğeniler ve güzel duygular taşıyarak kendini zaten seviyor. Fakat kendine olan bu sevginin dışa vurumu konusunda toplumsal kötü bakış yüzünden çekimser davranıyor.  Bu içsel baskı kişide bir takım olumsuz duyguları da beraberinde geliştiriyor.
Dünya geneline baktığımızda yerleşik uygarlıkların,kültürlerin ve dinlerin Kendini Sevmek konusunda özendirici bir yaklaşımı pek görülmemekte, aksine kişiye öncelikle başkalarını sevmek dayatılmaktadır.
İnsanın kendini sevmesi ve iç dünyasında kendisiyle barışık olması ruhunu güçlendirir ve enerji yükler. Ancak bu durum nedense bazı din adamları ve siyasetçilerde rahatsızlık uyandırır. Onlar kendini sevmeyi bencillik ve egoistlik olarak İnsanın önüne koyar.
Kendini sevmek yerine başkalarını sevmeyi Hayvanları,Doğa'yı,Aile'yi sevmeyi görev olarak verirler insana. Çünkü İnsanın kendini sevmesinden korkarlar. Bilirler ki kendini seven insan güçlü bir ruha sahip ve isyankar olur. Bu durum onların sömürü düzenlerinin sarsılmasına ve yok olmasına yol açar ve böyle birşeyin olmasını hiç istemezler. İşte bu yüzden Kendini Sevmenin toplumda ki diğer anlamları bencillik, egoistlik ve narsistlik gibi dışlanmış kavramlar olmuştur.
Aslında tam tersine İnsanın kendini sevmesi egoistlik değil ,sevginin dağılımını ve paylaşımını beraberinde getirir.
Kendini sevmeyi, göle atılan bir taşın yaydığı dalgalar gibi görmek gerek. Dalgalar genişleyerek yayılacaktır. Tıpkı bunun gibi kendini sevmekle başlayan İnsanın bu sevgisi dalga dalga yayılarak, ailesine,çocuklarına,doğa'ya ve hayvanlara doğru yayılacak ve ruhsal gelişmeyi,mutluluğu ve paylaşımı beraberinde doğuracaktır.
Sonuç itibariyle bilinmelidir ki kendini seven insan aynı zamanda kendine saygı da duyar ve böylece bu sevgi ve saygı çevresinde ki tüm insanlara yansır.
Bu nedenle her tür tepki ve engellemelere rağmen insan yüreğinde ki ışığı özgür bırakmalı ve işe kendini sevmekle başlamalı. Bu adım tüm karanlıkları aydınlatıp, egoyu ortadan kaldırır ve zaafları yok eder.
Kendinizi sevmeniz dileğimle..


3 Aralık 2016 Cumartesi


KÜLTÜR
Her geçen gün toplum olarak biraz daha kültürsüzlüğe ve cehalete doğru hızla yol alıyoruz.
Bunu yaşayıp görebilmek için biraz sokağa çıkıp toplumsal paylaşımlarda bulunmak ve insanlarla sosyal ilişkiler içinde olmak yeterli olur sanırım.
Bunun kendimce nedenlerine geçmeden önce sıklıkla kullandığımız ve hatta dilimizden düşürmediğimiz KÜLTÜR kavramına biraz değinmek istiyorum.

Öncelikle, sık ve farklı anlamlarda kullandığımız bir kavram olan KÜLTÜR deyince aklınıza ilk olarak ne geliyor acaba?
Sinema, Tiyatro, Müzik, Edebiyat, Opera, Bale, Sanat, Eğitim, Okul,
Kitap, Bilgi ? Sizce hangisi yada hangileri ?

Aslında bu sorunun net bir cevabı olmadığı gibi yukarıda yazdığım kavramların tümünü içine alan bir olgu olduğu tartışmasız.
- Kültür kuramcısı Raymond Williams'a göre karmaşık olan Kültürün teriminin 164 farklı tanımı varmış.
Tabi ki  burada bu 164 farklı tanımı yapmayı düşünmüyorum.
Ancak yinede günümüze gelinceye dek yapılan yaygın bir iki tanımını yapmayı uygun görüyorum.

Sözlük anlamı olarak EKİN yada eski dilde HARS (toprağı sürmek) olarak bilinen KÜLTÜR kavramı, 17 yy. sonlarına  kadar sadece tarımsal faaliyetler içinde,
toprağı ıslah etme, ürün yetiştirme ve ürün ekme anlamında kullanılmaktaydı.
Ancak 17.yy. sonlarında Batı'daki Aydınlanma düşüncesinin de etkisiyle insanı ele alan bir anlam kazanmıştır.
Bu doğrultuda, bir halkın yada toplumsal bir gurubun bütün bir yaşam biçimini ifade eden kavram olarak tanımlanmıştır.
Bunun yanı sıra müzik, sanat, edebiyat gibi yüksek kültür öğeleri ile birlikte bilgi, inanç, ahlak, yasa, gelenek gibi kavramlarıda içine alacak şekilde geniş anlamda kültür tanımı yapılmıştır.

Gündelik hayat içerisinde telaffuz ettiğimiz bir çok kültür çeşidine rastlarız. Mesela ; Anadolu kültürü, Batı kültürü, Mutfak kültürü, Rakı kültürü, Arabesk kültür, Alevi kültürü, Çerkez kültürü gibi.
Hatta bazen "Kültürlü olmanın" erdemlerinden bahseder ama o erdemin neyi gerektirdiğini bilmeyiz ve en başta kendimiz erdemli olmayı başaramayız.
Bazen de tanıdığımız  bir kişiden bahsederken "Çok kültürlü biri" diye söz eder ama aslında kültür kavramı içerisinde değerlendirememiş oluruz.
Kültürlü olmak yerine hızla cehaleti seçmemizin nedenlerine gelince aslında söylenecek sayfalarca söz olmasına karşın bir kaç noktayı belirtmek gerekir.
Öncelikle Eğitim sistemimizin çağdaşlıktan uzak ezberci bir anlayışla sürdürülüyor olması.
Eğitimin hızla dini değerlere dayandırılma çabaları.
Son yıllarda yaşanan toplumsal değişimin kültürün yerini başka anlayış ve yaklaşımlarla doldurmaya çalışması.
Ülkedeki yönetim şeklinin kültürel değerleri önemsemeyip toplum yapısını değiştirme çabaları.
Kapitalist sistemin var olma ayaklarından biri olan Kültür Endüstrisinin insanları bir meta olarak görüp popüler kültürün etkisi altına alması.
Alt kültür ve Karşı kültürlerin şiddetle yok sayılması
İnsanların medya yolu ile kitle ve popüler kültür etkisi altına alınması.
Tüm bunlardan kurtulmanın yolu ise yine insanın kendisinden geçiyor. Kültüre karşı yapılan bu saldırıların farkında olarak bireyin kültürün gerçek anlamı doğrultusunda kendini yeniden üretmesi bu gidişe dur diyecektir.

YALNIZLIK VE TEKBAŞINALIK

YALNIZLIK VE TEKBAŞINALIK
Birbirine çok yakın duran ve anlamsal olarak da genellikle birbirlerine karıştırılan iki kavram. Özellikle de "Yalnızlık" kavramı günümüzün acı veren popüler kavramlarından biri durumunda.
Ancak bilinmelidir ki her ne kadar birbirlerine yakın dursalarda aslında İnsanın iki farklı duygusal durumunu yansıtırlar.
Yalnız doğduğumuz, yalnız yaşadığımız ve yalnız öldüğümüz yaşamın kabul etmekte zorlandığımız gerçekleri. Ancak bu gerçeğin yanısıra Hayatın aslında tek kişilik olduğunun ve tek kişilik yaşandığının farkına varıp kabullenmek bu zorluğu aşabileceğimizi bize gösterir.
Bu iki kavramı ayrı ayrı incelemek ve insana yansımalarına bakmak aralarında ki farkı daha net görmemizi sağlar.
Yalnızlık diğerinin yokluğudur diyebiliriz. Yani yalnızlık duygusu içindeyken yaşamımızda sürekli biri ya da birileri olsun isteriz. Kim peki bu birileri? Çevresel olarak etrafımızda bulunmuş olan herkes olabilir. Anne,baba,eş,çocuklar,dost,arkadaş ve sevgilimiz gibi. İşte bunlar yanımızda-çevremizde yoksa kendimizi yalnız hissedip bunların yokluğuna üzülmeye başlar ve acı çekeriz.
Yalnızlık İnsanın duygusal bir boşluğudur. İnsan, doğası gereği bir eksiklik ya da boşluk hissettiğinde onu mutlaka doldurmak zorunda olduğunu hissetmeye başlar ve bu boşluk doldurma çabaları içerisinde yanlış adımlar atarak aslında kendini daha büyük yalnızlık içine sürükler.
Çünkü hissedilen bu boşluk aslında bize öğretilmiş kalabalık içinde yaşamanın yarattığı sanal bir duygudur.  Yaşlandıkça da bu boşluk büyür.
Yaşlılık toplumsal bakış açışından ise zavallı,olumsuz,karanlık ve sahipsizlik hissi doğuran bir durumdur ve insanların en çok korktukları şeydir. Yalnızlıktan kaçmanın yolu olarak insanlar, kalabalık içinde olmaya ve toplumun bir parçası olmaya çalışır, dost,arkadaş edinme uğraşına girer, aile kurarak eş ve çocuklara sahip olur. Tüm bu çabalar yalnızlığı unutma temellidir. Ancak kimse bu ya da benzer çabalar ile  yalnızlığı unutmayı başaramamış ve kalabalıklar içerisinde iyice yalnızlığa sürüklenmiştir. Yalnızlık duygusu ile başa çıkmanın en geçerli yolu içe dönmektir. Yani tekbaşınalık duygusunu içselleştirip yaşayabilmektir.
TEKBAŞINALIK ya da yaratıcı yalnızlık diyebileceğimiz bu kavram en basit ifade ile İnsanın kendi kendine yetebilmesidir. Yani kendini sürekli yeniden üretmesidir.  Tekbaşınalık da insan aslında tekbaşına değil, aksine yanında kendisinin olduğu bir duygu durumu yaşar.
OSHO "Tekbaşınalık hiç kimselik anlamına gelir; sana toplumun armağanı olan kişiliğinden vazgeçmek anlamına gelir. Tekbaşınalığa erenler orada hiçkimseyi bulurlar. Bu tamamen yeniden dirilmek ve cesaret ister. Hiçlik İnsanın saf varlığıdır; hem ölmek hem dirilmektir.
Tekbaşınalığında egondan ve kişiliğinden kurtulacaksın ve kendini yaşamın ta kendisi, sonsuz ve ölümsüz olarak bulacaksın.
Tekbaşınalık doğamızda var ,ama farkında değiliz. Farkında olmadığımız içinde,bunu yalnızlık sanarız. Halbuki ki tekbaşınalık güzellik,yücelik ve olumluluk halidir. Tekbaşınalık bir farkına varıştır. Bilinçli bir seçimdir"
Tekbaşınalık İnsanın kendi kendine yetebilmesi ve kimseye ihtiyaç duymamasıdır. Bu durumda insan kendini iyi tanır ve yaşamın her anını kendisine katkı sağlayacak,keyif aldığı şeylerle doldurur. Birinin kendini tamamlamasına ihtiyacı olmaz çünkü kişi tekbaşına iken tamdır.
Özetle tekbaşınalık, kişinin kendi öz benliğini ele geçirmesi, duygularını kontrol altına alması ve iç dünyasına hükmetmesi halidir. Bunları başaramayan insan, memnuniyeti ve mutluluğu sürekli dış dünyada ve başka kişilerde arar. İşte yalnızlık bu arayışla başlar ve tekbaşınalıktan oldukça farklı bir kavramdır.
Tekbaşınıza kalmanız dileğimle.




https://www.facebook.com/insanvetoplum/