31 Ocak 2017 Salı


TAHTACILAR
"Tahtacı diye bizi hakir görmeyin,
Arifiz, kâmiliz, erenlerdeniz;
Bizi tanımadan karar vermeyin
Erenler yolunu sürenlerdeniz..." Ozan Hasan Akburak
Tahtacılık,Saklanmak ve griye boyanmak zorunda bırakılan Anadolu mozaiğinin bir rengidir bu ülkede.
Tahtacılık ismi aslında ne bir soy, ne de bir inançtan gelmektedir. Bu isim tamamen bu topluluğun yapmış oldukları işleriyle ilgili olarak aldıkları bir isimdir.
Tahtacılar diye adlandırılan bu grubun üyeleri aslında Doğa İşçisi ve ağaç eridirler.
Ancak maalesef bu mesleği tercih etmeleri, yani tahtacılık mesleğini seçmeleri kendi özgür iradeleri gerçekleşmemiştir.
Anadolu'ya geldiklerinde inançlarından dolayı karşılaştıkları baskı, zulüm ve ötekileştirme sonucu dağlık ve ormanlık bölgelere kaçmak ve saklanmak zorunda bırakılmışlardır. Yaşamda kalabilmek, katledilmemek adına bu topluluğa dayatılan dağlık ve ormanlık alanlarda ki zorunlu yaşam, bu insanları tek geçim kaynağı olabilecek ağaç işçiliğine yöneltmiştir. Zamanla ağaç işçiliği ile üretilen ürünler yerel pazarlarda satılmaya başlanmış ve böylece bu halk Tahtacılar ismini almıştır.
Tahtacı kavramının tanıtımından sonra biraz da bu topluluğun köken ve inanç sistemine bakmakta yarar var.
Sayıları hakkında net bir rakam ifade edilemeyen ve genellikle içe dönük olarak kültürlerini yaşayan ülke mozaiğinin az bilinen bir kesiti tahtacılar.
Ağırlıklı olarak Ege ve Akdeniz bölgelerinin ormanlık yörelerinde yaşayan, Osmanlı döneminde ve kısmen günümüzde ağaç işçiliğiyle uğraşan ve Anadolu'da ki diğer Alevilere göre biraz daha katı ve kapalı toplum olan Alevi Türkmenlerdir.
Kökenleri- Ataları konusunda iki farklı görüş bulunmaktadır.
Bir görüşe göre ataları,Oğuz boylarına bağlı Ağaçeriler'dir. Timur,Türkistan ve Horasan'ı egemenliği altına alınca, yurtlarını terk etmek zorunda kalan Ağaçeriler'in bir bölümü İran'a, çoğunluğu da Anadolu'ya yerleşti.
Diğer bazı kaynaklara göre ise Tahtacılar, tarihi Hunlar'a dayanan bir soya sahiptirler. Büyük Hun İmparatorluğu'nun yıkılışından sonra Batıya göç eden Hunların bir kolu 395 tarihinde Erzurum üzerinden Anadolu’ya gelmiştir. Büyük bir göç dalgası da 466'da gerçekleşmiş, Avrupa Hunları’na bağlı Ağaçeri Türk boyları Anadolu’ya gelmişler ve yerleşmişlerdir. Moğollar'ın Anadolu'yu işgal etmesi üzerine, buraya gelmiş olan Ağaçeriler bu kez Suriye ve Irak'a göç ettiler. Bunlardan bazılarının Timur'un ölümünden sonra 1405 yılında yeniden Anadolu'ya döndüğü ve bu dönemlerden itibaren 'Tahtacılar' olarak anıldığı kabul edilir.
Fatih Sultan Mehmet'in, 1453 yılında İstanbul'un Fethi sırasında kullanılan gemilerin yapımı için, Balıkesir' in Kaz dağları'ndaki köylerden Tahtacıları da getirdiği bilinir.
Zamanla yerleşik yaşama geçmeye başlayan Tahtacılar günümüzde daha çok Adana, Mersin, Antalya, Denizli, Isparta, Burdur, Muğla, Aydın, İzmir, Manisa, Balıkesir, Çanakkale gibi illerde görülmektedir.
Şamanizm ile Alevilik inanç ve törelerinin harmanlanmış olduğu bir inanç biçimine sahiptir tahtacılar. Bu inanç biçiminin temeli olan Doğa ve Kadına verilen önem ileri seviyededir. Doğa'yı yaşamın kaynağı olarak görmüşlerdir.
Kadın-Erkek ilişkilerine yaklaşımlarını ise şu cümleden anlamak mümkündür.
"Kadını er değil, ar korur". Erkek kadının muhafızı ve gardiyanı değildir. Toplumda kadın,erkek ile aynı statüdedir.
Tahtacılar tarih boyunca hep doğayla iç içe yaşamışlardır. Ancak günümüzde bir kısım halk, Cumhuriyet ilan edildikten sonra azalan kamusal baskı nedeniyle Ziraat, Esnaflık, Memurluk, Serbest Meslek vb. meslek gruplarına da yönelmiştir.
Anadolu da yaşayan diğer tüm Aleviler gibi, Tahtacı Aleviler de, toplumda Alevilere karşı yapılan katliam,baskı ve zulüm'lere maruz kalmışlardır. (Ortaca olayları vb.)
Bilinmelidir ki Tahtacılar ülke için bir renktir ve bu kültür yeni nesillere aktarılmak üzere korunup yaşatılmalıdır. Bunun başarılmasının en temel yolu, bu kültüre sahip insanların kimseye benzemeden, kendileri kalarak,kendi öz kültürlerine sahip çıkmalarından ve yeni kuşağa aktarmalarından geçer.
                             




20 Ocak 2017 Cuma


ÖPÜŞMENİN KEŞFEDİLMESİ VE GELİŞİMİ
Hayır o fotoğrafta ki  şempanze Selfie çekmiyor, öpmek istediğini belirtiyor. Malumunuz son dönemlerde Trend olan dudak büzerek fotoğraf çekme özelliğini henüz keşfedememiş.
Yaşayan her insanın öyle ya da böyle bir şekilde öpüştüğünü varsaydığımızda,aklıma acaba bu eylemi yaparken insanlar hiç öpüşmenin tarihi gelişimi ve uygulama geçmişi hakkında bilgi sahibimi diye bir soru takıldı. Ciddi konulara biraz ara verip, eğlenceli konular seçmek yararlı olur diye düşünüp araştırdım.
Öpmek ve öpüşmek kavramları iki ayrı anlam ifade etmektedir. Öpmek tek taraflı ve genellikle de içinde cinsel dürtü barındırmayan bir eylem olmasına karşın, öpüşmek karşılıklı ve genellikle içinde cinsel dürtüler barındıran iki taraflı yapılan bir eylem biçimidir.
Alnından öpmek, avucunun içini öpmek, ayaklarının altını öpmek, omuzundan öpmek, el öpmek, gözlerinden öpmek, yanaklarından öpmek,genellikle inanca,saygı ve sevgiye dayalı eylem biçimleridir.
Öpüşmek ise genellikle,içinde aşk,tutku ve cinsel dürtü gibi duygular barındıran eylem biçimidir.
Bu genel açıklamalardan sonra konuyu biraz ayrıntılandıralım isterseniz.
Öpüşme eylemi içgüdüsel bir eylem mi, yoksa bize öğretilen bir eylem mi?
Kimi bilim insanları öpüşme eyleminin doğuştan geldiğini, kimileri ise sonradan öğrenildiğini söylüyor.
Ancak öpüşme eylemi emzirme ve çiğnenmiş lokmanın annenin ağzından alınması sırasında, bebekler dudağın birilerine değdirilmesi ile sevginin gösterilmesi arasında bir bağlantı kurarak gelişmiştir.
Bilinen ilk öpüşme benzeri davranışa, MÖ.1500'lü yıllarda Hindistan'da Sanskritçe dilinde yazılmış Veda Metinlerinde rastlanılmış.
Kimilerine göre öpüşme mağara adamlarından gelmiştir. Karanlıkta birbirlerini tanımak için yüzlerini koklamak zaman içinde öpüşmeye dönüşmüştür.
Yetişkin karşı cins öpücüğü öncüsü 6.yy da Fransızlarda görülmüş ve buna "FRANSIZ ÖPÜCÜĞÜ" adı verilmiştir.
Buna karşın,19.yy da hala öpüşmeyi bilmeyen topluluklar vardı.
Görüldüğü üzere öpüşme ile ilgili çok net bir başlangıç tarihi vermek mümkün değildir. Aynı şekilde gelişiminin neye bağlı olduğu konusunda ise farklı görüş ve açıklamalar mevcuttur.
Şimdi biraz da öpüşme eyleminin tarihte yarattığı sonuçlar ve yapılan genel araştırmalarına bakalım.
- Finlandiya da bazı kabileler birlikte toplu olarak çıplak yıkandıkları halde öpüşmeyi ahlaksızlık olarak görürlermiş.
- Eski Roma da çiftler bir grup insan önünde çok tutkulu öpüşünce Nişanlanmış oluyorlardı.
- Şempanzeler ve deniz anaları tıpkı insanlar gibi öpüşür.
- 2 Şubat dünyada öpüşme günü olarak kutlanıyor
- 9 Mart 1562 Napoli’de bir çift öpüştükleri için ölümle cezalandırıldı
- 5 Nisan 1920 Fransız tren işletmeciliği öpüşmeyi yasakladı. Bahaneleri , öpüşen çiftlerin trenlerin kalkış saatini geciktirmesiydi.
- 16.10.2009 Antalyada parkta oynayan iki çocuk,üç yaşındaki erkek,üç buçuk yaşındaki kız çocuğunu öpünce,aileler soluğu mahkemede almış.
ROMA İMPARATORLARI karşılarındakilere verdikleri önemi öpüşmeleri ile gösterirlermiş,
- Önemli kişilerin Dudaklarını,
- Daha az önemli kişilerin Ellerini,
- Önem vermedikleri kişilerinde ayaklarını öpmelerine izin verirlermiş.
- Köleler ise imparatorun ayaklarını bastığı toprağı öpebiliyorlarmış
Son olarak dikkate almanız gereken bir kaç noktaya değinmek yararlı olacaktır. Unutmayın;
- 1 mililitre tükürük içinde yaklaşık 100.000.000 bakteri barınıyor.
- Dünya nüfusunun % 46 sı öpüşüyor
- Tutkulu Öpüşme dakikada 6,4 kalori yaktırıyor
2 Şubat Dünya Öpüşme Gününüzü şimdiden kutlar bol ve tutkulu öpüşmeler dilerim. 😅

19 Ocak 2017 Perşembe

EVLİLİĞİN TOPLUMSAL YANSIMASI - 2
İnsanı evlilik kurumunu oluşturmaya iten temel üç nedenden bahsedilir. Bunlar; 1) İçgüdü (Aşk-Kıskançlık-Seks) 2) Ekonomik etken 3) Dinsel etken.
Gerçekten de evlilik kurumunun kökenine ve toplumda yarattığı etkilere baktığımızda bu üç etkenin derin etkilerini görebiliriz.
Bu etkilerin neler olduğunu açıklamadan önce evlilik kavramı üzerinde kısa bir tanım yapmak doğru olacaktır.
İngiliz Sosyolog Anthony GIDDENS evliliği şöyle tanımlamıştır;
"Evlilik iki yetişkin insan arasındaki, toplum tarafından tanınan ve onaylanan bir cinsel birlik olarak tanımlanabilir"
Tanımda bahsedilen "toplumun tanıma ve onaylama" durumu bazı toplumlarda Resmi, bazı toplumlarda ise Dini nikah sonrası anlam ifade etmektedir. Yine aynı şekilde toplumdan topluma farklılık gösteren birçok evlilik çeşidi bulunmaktadır.
Evlilik tanımından hareketle evliliğe yüklenen görevleri, evlilikten beklentileri ve evliliğin yüklediği sorumlulukları da şu şekilde incelemek mümkündür.
Evliliğin gerçekleşmesi için herşeyden önce çiftler arasında karşılıklı duygu paylaşımı, birlikte bir yaşamı geçirme isteği ve yaşamsal sorumlulukları birlikte üstlenmek gibi temel bazı düşünsel altyapıların birlikteliği gereklidir.
Evliliğin gerçekleşmesi ile birlikte Aile ve Akrabalık kurumları kendiliğinden oluşur. Bu kurumlarla birlikte ailenin çoğalmasını yani biyolojik yeniden üretimi sağlamak evlilik kurumunun asli görevidir diyebiliriz. Çevremizde ki yeni evlilere çocuk yapmaları konusunda yapılan baskıyı biraz da evliliğin üstlendiği bu görevi yerine getirmesini hatırlatmak olarak algılayabiliriz.
Aynı şekilde evlilikle eş zamanlı olarak oluşan aile kurumu çocukların bakımını, yetiştirilmesini ve sosyalleşmesini de sağlamak zorundadır.
Evlilikle ilgili yazdığım ilk yazıda belirttiğim gibi çiftlerin üstlenmesi gereken sorumluluklar hafife alınacak türden değil.
Tüm bu sorumluluklar,toplumsal baskı ve gelenekler,çiftler üzerinde olumsuz etkiler yaratıp, birbirlerinden uzaklaşmalarına yol açmaktadır.
Bu doğrultuda şunu söylemek mümkündür. "Evlilikte her iki tarafta evlilikten pek büyük mutluluklar beklemiyorlarsa, mutlu denilen evliliği gerçekleştirmiş sayılırlar."
Tüm bunların dışında ataerkil toplumlarda yaşanan evliliklerin ortaya çıkardığı sorunların bedeli genellikle KADINLARA yüklenmekte ve ezilen taraf kadın olmaktadır.
Örneğin,evlilikte karşılıklı olarak beklenen SADAKAT kavramının, aileyi devam ettirebilmek için sadece kadından beklenen bir davranış biçimi haline dönüştüğüne tanık olmaktayız.
Aynı şekilde, geleneksel toplumlarda evliliklerde kadınların seksten daha az tad aldıkları ve bundan dolayı da erkeklerden ahlaksal olarak daha üstün oldukları inancı yaygındı. Bu inanç bile kadınların baskılanmasını yaratan bir etki doğurmuş ve bazı toplumlarda günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Halbuki günümüzde seksten tad almamak, erdemli olmaktan öte bedensel ve ruhsal eksiklik olarak tanımlanmaktadır.
Britanyalı filozof Bertrand RUSSELL "Kadın ya da erkek,çekingen olmayan tüm çağdaş insanlar, çoğunlukla içgüdüsel olarak çokeşlidirler. Evlilikte birkaç yıldan sonra cinsel alışkanlık sevgiyi kemirip tüketir ve böylece eski heyecanını yeniden yaşamak için sağa sola bakmaya başlarlar. Bu dürtüyü ahlak adına denetim altına almak mümkün, fakat dürtünün doğmasını engellemek çok güçtür" demiştir.
Günümüz modern toplumlarında evlilik daha özgür bir şekilde yorumlanmaya başlamış ve evlilik kurumu bir takım değişimler yaşamaya başlamıştır. Nitekim evliliğe alternatif olarak, Birlikte Yaşamak, Ortak yaşam biçimleri, Eşcinsel aileler ve tek ebeveynli aileler hızla toplumda yerlerini almaya başlamıştır.
Sonuç olarak bir çok yönde hızlı değişim geçiren dünyamızda evlilik kurumunun ne yöne evrilip değişeceğini tahmin etmek çok da zor olmasa gerek.
Evli ya da bekar olun,hepinize medeni durumunuz koşullarında sevgi dilerim.


18 Ocak 2017 Çarşamba


EVLİLİK
Mutluluk, sevinç ve yoğun heyecan içinde, eğlenip,dans ettiğiniz o en mutlu gününüzde  attığınız ya da atacağınız bir tek imzanın,kalan hayatınızda size ne çok sorumluluklar ve ne çok yeni kimlikler yüklediğini hiç düşündünüz mü?
Şöyle bir hayal edin,düğün dernek kurulmuş, tüm hazırlıklar tamamlanmış ve siz başınıza geleceklerden habersiz, ya bir düğün salonundasınız,ya evlendirme dairesinde ya da lüks bir restaurantın salonundasınız. Ve belki de bir köy meydanındasınız.
O güne kadar toplumsal hayatta sizin için önemli görüp değer verdiğiniz tüm eş,dost,akraba,arkadaş ve diğer davetliler salonda yerlerini almış durumda. Ama önemli bir eksik var.Nikah Memuru. Öyle ya o olmadan herşey geçersiz olur. Ha şimdi o da kapıda göründü ve geldi. Salonda siz ve o güne kadar sevgiliniz ya da nişanlınız olan kişi için süslü bir masa hazırlanmış. Veeee işte o yeni başlangıcın ilk hamlesi olan anons; "Saygı değer misafirlerimiz. Çiftlerimizin nikah töreni başlamak üzere"
Bir toplumsal görevi yerine getirmek üzere,nikah memuru,siz ve nişanlınız ve tabiki iki şahit eşliğinde o süslü masaya oturdunuz.
Heyecan dorukta tabi. Nikah memurunun,sizin bundan sonraki yaşamınızda duygularınızın ve heyecanlarınızın hapsedilmesini hedefleyen o klasik açıklamalarından sonra sorduğu soruya vereceğiniz cevap tabi ki EVETTTT EVETTTTT EVETTTT olacaktır muhtemelen. Ve evlendiniz. Bordo kaplı o soluk,cansız,heyecansız kağıttan oluşan evlilik cüzdanını bayan olan kişiye teslim etti nikah memuru.(Aradan geçen yıllardan sonra o nikah memuru için aklınızdan geçen düşünceleri merak etmiyor değilim.)
Böylece siz o değerli bulduğunuz insanlar ve devlet huzurunda birbirinize, toplum tarafından önceden belirlenmiş sözler verdiniz ve bu sözlerle karşılıklı ciddi sorumluluk altına girdiniz.
Aslında evlilikle başlayan tek şey sorumluluk ve yeni kimlikler değildir. Tabi ki buna bağlı olarak yaşanacak yeni ve farklı bir hayattır. Ancak attığınız o imza ile birşeyler başlarken aslında birşeylerde bitiyor ya da bitme sürecine giriyor.
O güne kadar Sevgiliniz ya da Aşkınız olan kişi artık eşiniz (karınız ya da kocanız) oluyor. İşte size edindiğiniz ilk kimlik; artık ya birinin karısı ya da kocasısınız.
O bir tek imza ile edindiğiniz kimliklere kısaca değinip, yüklendiğiniz sorumluluklarınıza geçmek istiyorum şimdi.
O imzadan sonra birer tane olan Anne ve Babanızın sayısı birden bire ikiye çıktı.
Bu temel kimliğin yanı sıra enişte,bacanak,damat,yenge,gelin, elti ve görümce gibi yeni yeni isimler ve kimlikler de edindiniz.
Bir süre sonra ise çok daha ağır sorumluluk yüklenmeniz gereken birer kimlik daha aldınız ve Anne-Baba oldunuz.
İşte tüm bu kimliklerin her birinin ayrı ayrı size yüklediği toplumsal, dinsel, ahlaksal,sosyal ve ekonomik sorumlulukları bulunmaktadır.
Bu arada daha önce heyecanla ve tutkuyla bağlı olup,sevip koklamaya doyamadığınız "Sevgiliniz","Canınız","Aşkitonuz", "Bebeğiniz","Biriciğiniz" o ağır sorumluluklar altında ezildi, unutuldu ve renksiz,tatsız,tuzsuz bir karı-koca geldi yerine.
İşte bu açıdan baktığımızda evliliğe bir şeyin başlangıcı değil, güzelliğin,heyecanın ve tutkunun bitişi demek gerekmez mi?
Evlilik konusu bir tek yazıda anlatılacak kadar kısa değil maalesef. "Evlilik" adı verilen kurumun doğurduğu diğer sonuçlara ve sorumluluklara ise bir sonraki yazımda yer vermek istiyorum.
Evli ya da bekar, yüreğinde heyecan,aşk ve tutku barındıran herkese sevgi dolu yaşamlar dilerim.
NOT: Evlilik konusunda yazmış olduğum bu düşüncelerin tüm evliliklerde aynı olduğunu iddia etmediğimi ve bu görüşlerin kendi kişisel görüşlerim ve gözlemlerim olduğunu belirtir, rahatsızlık vermiş olduğum tüm evli-bekar insanlardan af dilerim.









16 Ocak 2017 Pazartesi

ROMANLAR (ÇİNGENELER)
Öyle bir halk düşünün ki bu halk topluluğunun üyeleri Yoksul, Farklı, Özgür, Komün, Öteki, Hırçın, Yaratıcı, Zanaatkar, Dans ve Müzik düşkünü, Renkli, eğlenceyi seven,Kadına değer veren ve Göçebe kavramlarının tümünü içinde barındırsın.
İşte bu halkın bilinen yaygın adı ÇİNGENE ya da ROMAN.
Farsça'dan alınan ÇİNGENE sözcüğü, Türkçe'de yoksul anlamına gelen "ÇINGAN" sözcüğünden gelmektedir.
ROMAN kelimesi ise Roman dilinde "Koca" anlamına gelmektedir.
Ancak tarih boyunca neredeyse tüm toplumlar da görülen,çoğunluk gibi düşünmeyen ve davranmayan farklı kişi ya da grupları ötekileştirme anlayışından kaynaklı ÇİNGENE adı da maalesef ötekileştirilmiştir. Hatta daha da ileri gidilerek bu kavram aşağılanmış ve haksız suçlamalar yüklenerek karalanmaya çalışılmış bir kavram olmuştur. Bu nedenden kaynaklı olarak da bu yazı boyunca suçlama ve yüklemelerin haksızlığına rağmen yine de Çingene yerine Roman kavramını kullanmaya çalışacağım.
Peki kimdir bu Romanlar,nereden gelmişlerdir ve nasıl yaşarlar?
Ülkemizde Roman'ların özellikle kırsal kesimde daha çok bilinmesine ve tanınmasına karşın, kentler de daha az karşılaşıldığı ve tanındıkları gerçeği ile karşılaşırız.
Tarihten gelen özelliklerinden dolayı, doğaya daha yakın olmuş ve yaşamlarını biraz da ekonomik nedenlerden dolayı genelde kırsal bölgelerde sürdürmüşlerdir.
Romanlar Kuzey Hindistan kökenli,Hint-Avrupa halklarından olup, günümüzde ağırlıklı olarak Güney Avrupa'da yaşarlar. Göçebe ve Zanaatkar bir halktır.
Hindistan'ın Pencap-Sindh (Pakistan-Karaçi) nehir havzası boyunca yaşayan bu halk, 1050 yıllarında İran ve Anadolu üzerinden tüm dünyaya yayılmışlardır.
Günümüzde yarı göçebe, yarı yerleşik olmalarından dolayı kesin nüfusu bilinmemekle beraber dünya üzerinde 15 milyon Roman yaşadığı söylenmektedir. Bu nüfusun 500000-750000 arası bir bölümünün ise ülkemizde yaşadığı bilinmektedir.
Yine ülkemizde Roman'lar en çok Adana'da CONO aşireti altında etkin olarak yaşamlarını sürdürmektedirler.
Bunun yanı sıra bir çok şehirde farklı isimler ile tanınmaktadırlar. Örneğin; Roman (İzmir), Şopar (Tekirdağ,Kırklareli), Cingan (Bolu,Kastamonu), Mıtrıp (Van,Diyarbakır), Gurbet (Tunceli,KKTC) ve hatta bazı bölgelerde ise Abdal (Hatay,Kahramanmaraş) olarak da isimlendirilmişlerdir.
Roman'ların vatanlarını neden terk edip dünyaya yayıldıkları konusunda 3 ayrı görüş bulunmaktadır. Bu görüşlerden en yaygın olanı ise şu; Gazneli Mahmut'un Sindh ve Penjap'ı işgali sırasında 500000 Hintli'yi esir alması ve müslümanların romanları köle olarak alıp ülkelerine götürmeleri ile Roman'lar vatanlarını terk etmek zorunda bırakılmışlardır.
Roman'lar Romani-Çingenece dilini konuşmalarına rağmen,genellikle gittikleri ülkenin dilini öğrenip o dili kullanmaya başlamışlardır. Yazılı bir dilleri olmadığı için de edebiyat yapıtları yoktur.
Dil'de olduğu gibi Roman'ların genelinin benimsediği ortak bir dinleri de yoktur. Aynı şekilde misafir oldukları halkların dinini benimsemiş ya da benimsemiş gibi görünmüşlerdir.
Göçebe bir halk olarak bilinmelerine karşın günümüzde çok azı göçebedir. Bazıları göçebeliği bırakıp yaşadıkların ülkenin yaşam biçimini benimsemişlerdir. Ancak bazı ülkelerde ise iradeleri dışında zorlanarak, soykırıma uğramışlardır.
Roman'lar ilk kez 1505 yılında İrlanda ve 1514 yılında ise İngiltere'de nüfus kayıtlarına geçmiş bir halktır.
Dünya üzerinde ötekileştirilen diğer halklar gibi Roman'lar da göçebe yaşam tarzlarından dolayı farklıdırlar. Bu yüzden de çoğu zaman, yerel halk tarafından hırsızlık, büyücülük ve çocuk kaçırma gibi eylemlerle haksız yere suçlanmış ve dışlanmışlardır.
Yaşadıkları bölgelerde sürekli ayrımcılığa tabi tutuldukları için Çingene kimliklerini gizlemek durumunda kalmışlardır.
Nitekim 2.Dünya savaşında Yahudiler gibi Roman'lar da Hitler tarafından büyük bir kıyıma uğratılmıştır. 200000-800000 arasında Roman'ın aşağı ırktan oldukları gerekçesiyle Nazi kamplarında yok edildiği bilinen bir gerçektir. Bu katliam Roman halkı tarafından PORAJMOS (parçalanmak) olarak adlandırılmıştır.
Roman'lar sorunlarını tartışmak üzere ilk defa 1971 Nisan'ın da Londra yakınlarında ilk Uluslararası Roman Kongre'sini toplamış ve bu kongreye dayalı olarak da 1998 tarihinden itibaren 8 Nisan Dünya Roman'lar Günü olarak kutlanmaktadır.
Sonuç olarak söylemek gerekir ki hangi dil,din ya da ırk'tan olursa olsun, ÖNCE İNSAN olunduğu gerçeğini unutmadan hiç bir kişi,grup ya da halk'ı ötekileştirmemekten geçer barış adını verdiğimiz kavram.
Sevgiyle kalın İnsan kardeşlerim.



www.facebook.com/insanvetoplumwww.facebook.com/insanvetoplum

8 Aralık 2016 Perşembe

AŞK VE TUTKU
"Aşk Lotus çiçeği, Şehvet ise o çiçeğin içinden yükseldiği çamurdur"
Hepimizin çok yakından tanıdığı, yaşadığı ya da yaşadığını sandığı, bazılarının acısına maruz kaldığı ve bazılarının ise gözlerinden yıldızlar gibi ışık saçtırdığı şey "Aşk".
Birçok tanımı olmasına karşın ben önce dünyanın en saf ve en temiz duygularına sahip çocuklarımızın algısında ki Aşk tanımları ile başlamak istiyorum. Bakın çocuklar Aşk'ı nasıl tanımlamışlar;
- "Aşk birlikte yemeğe gittiğimiz zaman sevgilimizin kendi kızarmış patateslerini bizim tabağımıza koyması ve bizim tabağımızdan hiçbir şey almamasıdır"
- "Aşk kocamız çok terliyken ve kötü kokuyorken bile ona "Sen Bruce Willis'ten daha yakışıklısın" demektir."
-"Aşk bir kızın parfüm sıkması, erkeğin traş kolonyası sürmesi ve birbirlerini koklamaya başlamasıdır.”
Bu çocuksu bakışlar dışında aşk'a filozofların yüklediği anlamlara bakalım birde;
Sokrates "Aşkın gizemlerini yaşayan birisi,bir yansıma ile değil,gerçeğin ta kendisi ile temasta olacaktır. Aşkı bilen gerçeğide bilir. Çünkü Aşk ve gerçek tek bir deneyimin iki adıdır" der. Tabi burada bahsedilen gerçek aşktır.
Platon " Aşk,ciddi bir akıl hastalığıdır" derken,
Charles Bukowıski " Aşk,gerçekliğin ilk ışıklarında yok olacak bir sistir" der.
Sigmund Freud ise, biyolojik olarak bakıldığında hormonlar açısından Aşk'ın Cinsellikten başka bir kaynağı olmadığını söyler.
Aslında Aşk tanımını en iyi yapacak kişiler,bir fıkrada Nasrettin Hoca'nın damdan düştüğünde başına toplananlara söylediği "..bana damdan düşen birini getirin" sözündeki gibi gerçek Aşkı yaşayan kişilerdir.
Günümüzde yaşanan ve bilinen Aşklar hormonlarımızdan kaynaklanan biyolojik bir dürtüden ibarettir. Böyle olunca da kolaylıkla değişebilen duygular içeriyor. Yani en küçük bir hormonal değişimde o güne kadar çok değer verip yücelttiğimiz o büyük Aşk birden bire yok olabiliyor.
Yazımın başında da "aşk yaşadığını sanan" diye bir ifade kullanmıştım. Burada kastettiğim kişiler bedensel tutkularına aşk diyenlerdir.
Aşk ve gerçek aşkı birbirinden ayırmak gerekli. Bu ayrımı daha iyi anlayabilmek için birkaç karşılaştırma yapmak yararlı olacaktır;
-Bilinen Aşk maskeli dolaşmak gibidir ve taraflar bu maskenin arkasında gizlidir. Gerçek aşk maske içermez doğal ve çıplaktır.
-Aşkta karşılıklı istekler bulunur ancak gerçek aşkta istekler yerine paylaşım yaşanır.
-Aşkta kişiler "çifte kumru" modunda sürekli içiçe geçmiş durumda ve birbirlerini nefessiz bırakırlar,gerçek aşkta böylesi içine geçmişlik yerine karşılıklı özgürlükler tanınır ve yaşam alanı açılır. Böylece Aşk ruhsal olarak beslenir ve güçlenir.
-Sıradan aşk egoyu beslerken,tarafları birşeyleri yapmak zorunda bırakır. Kişiler bunu görev olarak görürler. Gerçek aşk ise koşulsuz ve karşılıksız paylaşım getirir.
-Sıradan aşk biyolojiktir ve bedenden doğar,gerçek aşk ise öz bilinç ve benlikten doğar.
-Sıradan aşk sevgiliye bağlılık gerektirirken,gerçek aşkta bağlılık yerine özgürlük vardır.
-Sıradan aşk sürekli karşılıklı ilgi göstermeyi neredeyse zorunlu kılarken, gerçek aşkta dozunda ve yeterince ilgi esastır
OSHO " Gerçek aşkın hizmetkarı ol,ancak asla bir sevgiliye uşaklık etme. Aşk ruhun gıdasıdır. Vücut için besin neyse ruh içinde aşk odur. Aşksız ruh zayıf düşer.
Ve hiçbir devlet,din ve kurum insanların güçlü ruhlara sahip olmasını istemez, çünkü aşk dolu ruhsal enerjiye sahip bir insan mutlaka isyankar olur. Aşk İnsanı isyankar ve devrimci yapar" diyor bir kitabında.
Gerçek aşkın odağında sonsuz bir sessizlik,huzur ve dinginlik vardır. Aynı zamanda sınırsız heyecan ve yoğun duyguları içerir.
Kişi kendi ruhunu ortaya çıkarmadan ve egosundan sıyrılmadan gerçek aşka ulaşamaz. Bu süreçte yaşadığını sandığı aşk tamamen bir yanılsamadır.
Kendinden kaçan,kendini bilmeyen,öze dönememiş ve kendisiyle barışık olmayan bir İnsanın bir başkasını sevip aşık olmasını beklemek tam bir hayaldir.
Gerçek aşkı  bulmanız ve yaşamanız dileğimle Aşk dolu günler dilerim.








6 Aralık 2016 Salı


ÖMER HAYYAM
İranlı, Şair-Filozof-Matematikçi-Astronom . İran'ın Horasan eyaletinin Nişabur kentinde doğmuştur. (18 Mayıs 1048-4 Aralık 1131)
Ülkemizde Taksim Tarlabaşı'nda bir mahalleye ismini vermiş, iğneleyici dörtlükleri ile sadece şair olarak bilinen, bir dörtlüğünün paylaşımından dolayı ünlü sanatçı Fazıl Say'ın yargılanmasına yol açan, Ömer isminden dolayı aslında Arap olarak tanınması gerektiği halde bazı çevrelerce Türk diye bilinen, Hasan Sabbah'ın medreseden arkadaşı olan,Horasanlı büyük bir kişilik.
Yaşadığı dönemde ki asıl adı oldukça uzun. Gıyaseddin Eb'ul Feth Ömer İbni İbrahim el Hayyam'dır. Çadırcı anlamına gelen "Hayyam" takma adını ise babasının çadırcılık yapmasından almıştır
Şimdi Ömer Hayyam'ın bilinen Şair kimliğinin dışında ki diğer pek bilinmeyen özelliklerine değinelim birazda.
Hayyam, bugün matematikte üçüncü dereceden bilinmeyenli denklemlerde ki bilinmeyen "X"  simgesini  ilk kullanan çok iyi bir matematikçidir.
Hayyam, aynı zamanda matematikte "Binom Açılımını" (İki sayının toplamının üslü ifadesinin açılımı) ilk kullanan Bilim insanıdır.
Hayyam, okullarda "Pascal Üçgeni" olarak öğretilen matematik kavramını oluşturan kişidir.
Hayyam, iğneleyici Rubaileri (Dörtlükler) ile ünlüdür. Rubailerinde dünyayı,İnsanı, varoluşu kendi aklıyla yeniden tanımlamış ve bu nedenle kendi çağının ötesinde evrenselliğe ulaşmış bir şairdir. 158 Rubaisi olduğu bilinir.
Hayyam,aynı zamanda Astronom'dur demiştim. Nitekim kendisinin yaptığı Takvim incelemeleri sonucu Doğum tarihini doğru olarak bulmuş döneminin şanslılarındandır.
Hayyam, günümüzde kullanılan Miladi ve Hicri takvimlerden çok daha hassas olan Celali Takvimi'ni hazırlayan bir astronomdur.
Hayyam için tarihte ilk bilinen savaş karşıtı eylemcisi yakıştırması da yapılmaktadır.
Hayyam, döneminin özgür felsefe ortamında Felsefe ile ilgilenmiş bir filozoftur.
Hayyam' a göre gerçek olan yaşanandır. Dünyanın ötesinde bir dünya yoktur; insan yaşadığı sürece gerçektir; en şaşmaz ölçü, iman değil, akıl ve sağduyudur.
Hayyam şiirlerinde döneminin haksızlıkları ve anlamsızlıklarını iğneleyici ve alaycı bir dille eleştirmiştir.
Günümüzde de çok fazla anlam ifade eden Hayyam'ın şiirleri, hayatlarımıza müdahale etmek isteyenlere,çok net cevaplar veren, bilgeliğiyle gerçeklik, ölümlülük ve kader gibi konulara ışık tutan bir öze sahiptir.
Aşk, sevinç ve hayatın tadını çıkarmak ona göre vazgeçilmez şeylerdir.
Ömer Hayyam'lı ve bol şiirli günler dilerim.